Çok kutuplu dünyanın eşiğinde: Merkez Bankası ve bağımsızlık paradoksu
.
Necmettin Özdin / Bahçeşehir Ün. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Doktora
Tek bir süper gücün ortadan kalktığı çok kutuplu bir
dünya düzeni ve çıkar çatışmalarının gerek bölgesel gerekse küresel düzeyde
ortaya çıktığı bir yüzyıla girdiğimiz aşikâr. Doğrudur, merkez bankacılığı ve
para politikası teknik bir konudur; ne var ki bağımsızlık da milli ve tamamıyla
siyasi bir konudur.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan hiperenflasyon gibi acı tecrübeler
iktisat literatüründe Bundesbank diye bilinen sadece fiyat istikrarını
hedefleyen Alman tarzı bir Merkez Bankası modelinin gelişmesine sebep olmuştur.
Bu model hala Avrupa Merkez Bankası (AMB) üzerinden tüm Avrupa’nın para
politikası ve ekonomi politikasına şekil vermeye devam etmektedir. Diğer bir
model de 1929 yılında dünyayı kasıp kavuran ve Büyük Depresyon olarak bilinen
ekonomik kriz sonucunda şekillenen ve FED olarak bilinen Amerikan Merkez
Bankasıdır.
Keynesyen paradigmanın hâkim olduğu İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden
70’li yıllara kadar Amerikan politika yapıcılarının belirlediği ekonomi
politikasında merkez bankası için biçilen rol enflasyonla mücadele, ekonomik
büyüme ve işsizlik gibi doğrudan toplumsalı ilgilendiren hayati alanlar idi.
Burada kuşkusuz İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalist ekonomi modelinin
alternatif bir blok olması ve serbest piyasa ekonomisinin 1929 Büyük Depresyon
ile kaybettiği itibar etkili olmuştur. 1980 ile birlikte neoliberal paradigma
dünya ekonomisine yaklaşık 30 yıl kadar yerleşik olan bu ekonomi politikasının
karşısına sorgulanamaz bir şekilde Bağımsız Merkez Bankası nosyonunu
yerleştirdi. Bununla amaçlanan yukarıda zikredilen kalemlerden ziyade yüksek
faiz temelinde bir fiyat istikrarı (enflasyon) hedeflemesiydi.
Çıkmaz sokak: Bağımsızlık söylemi
Finansal piyasaların de-regülasyonu, ücretlerdeki durağanlık ve
kredi-temelli tüketim döngüsü gibi neoliberal politikalar 80’li yılların ana
motivasyonu ve 90’lı yılların göreceli ekonomik performansının da arkasındaki
temel fonu oluşturmuştur. 2000’li yıllar ise, Maestro Greenspan şefliğinde
sahnelenen ‘finansallaşma’ olgusu üzerinden şekillenmiştir.
Finansallaşma, Epstein’ın tanımlaması ile söylersek, “finansal piyasaların,
finansal güdülerin, finansal kurumların ve finansal seçkinlerin ekonominin
işleyişi ve onu yöneten kurumlar üzerinde, hem ulusal hem de uluslararası
düzeydeki öneminin giderek artması” anlamına gelmektedir. 2008 finansal
krizinin yapısal bir analizini yapanların vardığı sonuç, krizin egzotik
finansal araçların hükmettiği bir ortamda düşük gelirli insanlara satılan “eşik
altı” konut kredilerinin toplumsallaşması ve sermayenin finansallaşması
sonucunda ortaya çıkan yapısal bir kriz olduğu şeklindedir.
Ne var ki bu kriz finansal piyasaların aşırı kırılgan yapısını deşifre
etmekle birlikte, arka planında yer alan tüm finansal modellemelerin kurucu
öğretisi olan neoliberal paradigmanın da sorgulanmasına sebep olmuştur.
Krizden çıkış senaryosunda ise bağımsız merkez bankası imajı yerini
bambaşka bir aktöre bırakmıştır... Bernanke patronluğundaki FED finansal krizle
mücadele sürecinde sıfıra yakın faiz politikası, doğrudan likidite sağlanması
gibi alternatif araçlar ile birçok neoklasik tabunun yıkılması ve genişlemeci
para politikası gibi pragmatik Keynesyen politikaların uygulanması noktasında
siyasala entegre bir para politikasının ilk sinyallerini vermiştir.
Bağımsız bir merkez bankası söylemi ise ortaya şöyle bir paradoks
çıkaracaktır: enflasyon hedeflemesini temel alan bir para politikası ile merkez
bankası hükümete daha az, finansal piyasalara daha mı fazla sorumlu olacaktır?
Bu paradoksu aşmak için öne sürülecek olan araç ve amaç bağımsızlığı şeklinde
bir ayrım da sorunlu olacaktır. Çatı hedefin enflasyon hedeflemesi olduğu bir
ekonomi politikasında hükümetin yönünü tayin edemediği bir para politikası ile
merkez bankasının araçsal bağımsızlığı en nihayetinde yine bu çatı hedefe
hizmet edecektir.
Enflasyon hedeflemesi yerine, uzun vadeli makro hedefin ekonomik istikrar
ve tam istihdam olduğu Keynesyen argümanların yeniden keşfi, bizi para
politikasının salt hedefinin faiz oranı belirleme şeklinde daraltılmasına,
maliye politikalarının ise aksine olabildiğince genişletilmesine ve her şeyden
önce güçlü ve vizyoner bir devlet modeline götürecektir. Keynesin iktisat
literatürüne en büyük katkısı belki de kapitalist bir ekonomide tam istihdam
düzeyini kendiliğinden sağlayacak bir mekanizmanın bulunmadığından hareketle
öne sürdüğü, her zaman ve her yerde geçerli genel bir modelin olamayacağı
tespitidir. Çünkü gelecek belirsizdir ve finansın neyi finansa ettiği sorusu da
bir o kadar elzemdir.
Asya merkezli bir dünya kurulurken...
Başkan Obama en son yaptığı konuşmada Kongreye Çin’i şikâyet etmesinin ve
bu konuda Asya merkezli (Asia Pivot) dış politikasına tam destek istemesinin
arka planında inşa sürecinde olan yeni bir dünya ve bu dünyanın başta küresel
ticaret olmak üzere kurallarının kim tarafından yazılacağı sorunsalı
yatmaktadır. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından ifade edilen “21.
Yüzyıl Amerika’nın Pasifik yüzyılı olacaktır” söylemi de aslında kurulmakta
olan yeni bir dünya ve beraberindeki düzeni haber vermektedir.
Kore ve Vietnam savaşlarından beri Asya-Pasifik ile olan irtibatını asgari
düzeye indiren ABD tüm enerjisini 21. Yüzyılın inşa edileceği bölge olan
Pasifik bölgesine doğru yeniden genişletmesinin neyi hedeflediği sorusu
gerçekten önemlidir. Amerikan öncülüğünde ve 11 pasifik ülkesini içeren
Trans-Pasifik Ortaklığı, merkezinde Çinin hâkim olduğu bir Asya bölgesinde eski
bir soğuk savaş stratejisi olan çevreleme politikası ile Amerikan merkezli bir
karşı blok oluşturma çabasının ürünüdür.
2008 finansal krizine kadar geçen süre zarfında dünya iktisat literatürüne
hâkim olan neoliberal iktisat politikaları soğuk savaş sonrasında dillendirilen
tek kutuplu uluslararası sistem söyleminden bağımsız değildi. Ne var ki Irak ve
Afganistan savaşları ile askeri, yapısal bir kriz olması sebebiyle 2008
finansal kriz ile de ekonomik gücünün artık sona geldiği tespitlerinin
yapıldığı bir zaman diliminde Amerika’nın küresel hegemonyasının artık
zayıfladığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Günümüz çok kutuplu dünyası göz önüne
alındığında, yükselen bir Asya gücü olarak Çin, uyguladığı kendine özgü ekonomi
politikaları, gölge dış politika stratejisi ve alternatif uluslararası
örgütlenmeler üzerinden kendini bir model olarak sunmaya çoktan başladı.
Tek bir süper gücün ortadan kalktığı çok kutuplu bir dünya düzeni ve çıkar
çatışmalarının gerek bölgesel gerekse küresel düzeyde ortaya çıktığı bir
yüzyıla girdiğimiz aşikâr. Cemil Ertem’in de ısrarla vurguladığı gibi, “Böyle
geçiş dönemlerinde, bir önceki dönemin araçları ve anlayışı ile donatılmış
kurumların, kendi dinamikleriyle, önceki dönemi aşma becerileri yoksa bu
kurumlar dönemin gerisinde kalırlar.”
Evet, doğrudur, merkez bankacılığı ve para politikası teknik bir konudur;
ne var ki bağımsızlık da milli ve tamamıyla siyasi bir konudur.
necmettinozdin@gmail.com
.
Yorumlar
Yorum Gönder